Aşk… İnsanlığın kadim meselesi…
Dünya varolduğundan bu yana, her toplumun, kültürün, hatta canlının ortak duygusu… Her insan hayatında en az bir kez aşık olmuştur herhalde. Olmadım diyenler de muhtemelen anlamlandıramadığı bir duygu karmaşası yaşamıştır. Yaşanılan coğrafyaya ve döneme bağlı olarak aktarımı farklılaşsa da, hemen hemen her insanda benzer duyguları uyandıran o ilahi duygu. Kiminin pençesine düştüğü, kiminin geride bıraktığı ya da halihazırda hayalini kurduğu muhteşem his.. Ne kadar basit bir mesele gibi gelse de, aslında insanlık bu duygunun üzerine ilerlemiştir. Tarihi aşklar, efsaneler, diziler, filmler. Büyük bir pazaryeri. Aşka dair yazılan binlerce şarkı, şiir… Şöyle bir düşünmeye kalkınca üzerine günlerce yorum yapılabilecek bir konu aslında. Peki hiç düşündünüz mü; bu duygu nedir? Nasıl gerçekleşir? Neden ve nasıl aşık oluruz. Elbette aşkı tek yorumlayan şairler değil. Bilim dünyasının da bu konuda yüzlerce araştırması var. Neymiş bu aşkın anatomisi?
Aşkın bilimsel arka planını anlamak isteyen biri, ilk olarak şunu anlamalı ve kabullenmelidir: Aşk, diğer tüm bedensel olaylar gibi, tamamen biyokimyasal bir süreçten ibarettir. Biraz sert bir tanım olsa da aslında hiçbir soyut anlam taşımamaktadır. Hatta daha da keskin bir tanımla, çoğu bilim insanına göre aşk kalple değil, doğrudan her duygu gibi beyinle alakalıdır.
Bilim ve Aşk
Aşk, aslında masallarda, efsanelerde, romanlarda, anlatıldığı gibi büyülü bir şey değildir. Farklı daldaki uzman araştırmalarına bakıldığında; insanların birbirine ilgi duyması, tanımak istemesi ve ilerleyen aşamada da daha yakın ve sıcak duygular beslemesinin bazı sebepleri olduğu konusunda neticeye varılmıştır. Tamamen sıradan ve mekanistik olarak gelişen bir duygudur. Aşk, diğer bedensel aktiviteler gibi biyokimyasal bir süreçten ibarettir ve hiçbir soyut bir anlam taşımamaktadır ve nöral/hormonal yollar aracılığıyla açıklanabilmektedir. Her ne kadar aşkı temsil eden organ kalp olsa da, aslında aşk ile ilgili tüm olaylar beyinde gerçekleşmektedir. Bu yüzden de fiziksel ve duygusal etkiler de yaratmaktadır.
2000 yılından beri bilim insanları fonksiyonel MR çalışmalarında aşık olan kişilerin tutkulu aşk dönemlerinde beyinde meydana gelen değişimleri merak etmişler ve araştırmışlardır. Sinir bilimine göre sırılsıklam aşk döneminde kişi günün % 85’ini aşık olduğu kişiyi düşünerek geçirir. Sırılsıklam aşk döneminde olan bir kişinin beyin görüntülemesi alındığında beynin bazı bölümlerinde yanma ve parıldamalar görülüyor yani bu bölgelerin daha çok çalıştığı gözlemleniyor.
Duygularımızdan sorumlu olan beyin bölgesi Limbik sistemdir. Bu sistem bir çok bölgeyi içinde barındırmaktadır. Dışarıdan alınan sinyal limbik sisteme ulaşır sonrasında da sistemde ilişkili kısma iletilir. Ve fiziksel reaksiyonlar başlar. Bu doğrultuda biyolojik olarak aşk tanımına bakıldığında da, limbik sistemdeki Singulat girus’un uyarılması ile oksitosin ve vasopressin hormonlarının salgılanması sonucu oluşan bir duygu durumudur. Aşık olan kişinin beynindeki değişimler, hormonal bir değişimin sonucudur ve başrolde de mutluluk hormonu olarak adlandırılan, dopamin hormonu rol oynamaktadır.
Saplantılı aşık olan insanlarda da fonksiyonel MR cihazı denenmiştir ve seratoninin obsesif kompulsif bozukluk olan hastalardan daha az olduğu görülmüştür. Bundan 18 ay sonra tekrar denenmiş ve serotonin seviyesinin normale geldiği görülmüştür. Yani bundan çıkaracağımız sonuç şu ki aşkın ömrü 18 ay kadardır..
Elbette kültürel Evrimimiz dahilinde aşka ve diğer duygulara anlamlar yüklememiz son derece olağandır. Ancak bunları abartarak bilime dahil etmek akıl dışı olacaktır.
Evrimsel Süreçte Aşk
Evrimsel biyologların da aşık olmanın altında yatan sebeplere ilişkin ilginç araştırmaları ve teorileri var elbette. Mesela bunlardan ilki, aşkın bağlantı noktasıyla ilgili. Bio-antropoloji üzerine çalışan bir çok araştırmacıya göre kafatası kemiğinin kalın oluşu, insan türünü değiştirdi ve evrimsel bir ihtiyaca neden oldu. Bu ihtiyaç aşkı doğurdu. Evrimsel boyutta aşkın tanımına baktıkça işler çirkinleşiyor ne yazık ki. Çünkü bir başka açıklamaya göre de; aşk ve tek eşliliğin birincil nedeninin erkeklerin kendi bebeklerini öldürmelerine engel olmak. Benzer bir çok araştırma ve makaleler de yine aşkı bir zorunluluk, ihtiyaç hali olarak açıklıyor. İnsanların bir arada yaşayabilmeleri, üremeleri ve çoğalmaları için…