Muhafazakârlık kavramı, Fransız İhtilali ile birlikte hayatımıza girmiş ve kavram, kelime anlamı olarak muhafaza etmek anlamına gelmektedir. Muhafazakâr bakış açısına göre bireyden ziyade aile öncelikli bir konumdadır. Dolayısıyla aile, kültürel değerlerin kuşaklar boyunca korunmasında en belirleyici etkenlerden biridir. Toplumun temel yapı taşlarından biri olan ailenin günümüze gelene kadar pek çok değişim geçirdiğini söylemek mümkündür. Zira Sanayi Devrimi bu hususta önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Büyük aile yapılarından çekirdek aile yapılarına evrilen bir kurumun, toplumsal açıdan önemi kabul edilen bir gerçektir. Ancak modern dünyanın önemli çıkmazlarından biri olan toplumsal dönüşme, aile kurumunun sarsılması tehlikesini gündeme getirmiştir. Nitekim kürtaj, doğum kontrolleri, eş cinsel evlilikler söz konusu aile olunca tartışmaların odağı haline gelmiştir. Ancak muhafazakârlığın genel kabulün aksine çağdaş bir nitelik arz ettiği söylenebilir. Çünkü muhafazakâr anlayış kendi sınırlarına zarar veren yaklaşımlar olduğunda doğrularını korumaya alır. Dolayısıyla bu anlayışın önceden tasarlanan bir prensiple hareket ettiğini iddia etmek güçtür. Diğer yandan söz konusu anlayış Aydınlanmanın dayattığı anlayışa karşı dik bir duruş sergiler. Ortaya çıkış gerekçesi de modernizmin doğalcılığa vurgu yapan öğretilerine karşı toplumsal düzenin refahını gözetmesidir. Bu noktada muhafazakârlığıyla bilinen sosyal bilimcilerden Burke, Hegel, Comte ve Durkheim aile, din ve ahlak gibi toplumsal olguları önemsemişlerdir. Muhafazakâr düşünürlerden biri olan Bonald, toplumdaki temel bileşeni birey değil aile merkezli görür. Ona göre aile toplumda manevî gereksinimleri üstlenen rehabilite edici bir mekanizmadır. Bir diğer düşünür olan Thomas Fleming ise insanların unutkan olduğunu ailenin toplumsal anlamda rehberlik edici bir nitelik taşıdığını belirtir. Görüldüğü üzere muhafazakârlık aileye büyük bir önem atfetmekte ve onu toplumda ahlakın temelini sağlayan bir çatı olarak görmektedir. Bu anlamıyla ailenin rehabilite eden, sosyalleştiren ve neslin devamını sağlayan dinamikleri içinde barındırdığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla muhafazakârlara göre bir ahlak düzenleyicisi olan aile kurumu bireyleri ölçülü bir seviyede tutmaktadır. Bu noktadaki referansları da Aristoteles olmaktadır. Zira Aristoteles’e göre aşırılıklar ancak erdem sahibi olmakla dengelenebilmektedir. Aile kurumunun önemi aşikâr olsa da günümüz toplumlarında ne yazık ki bu kurum çözülmeye başlamıştır. Bunu modernleşmeyle birlikte net bir şekilde görmekteyiz. Geniş ailelerin yerini alan çekirdek ailelerde insanlar kalabalıklar içinde yalnızlaşmıştır. Postmodern dönemin daima yeniliklerle ve değişimlerle parçalı kimliklere dönüştürdüğü bireyler, akışkanlığın içinde eriyerek gitmektedir. Bu belki kulağa fazlaca abartılı gelebilir. Ancak her geçen gün çeşitliliklere ve farklılıklara bilhassa cinsel kimlikler üzerinden tanık olmaktayız. Bugün kadın ve erkek temelli ilişkilerin yanı sıra farklı cinsel yönelimlerin de ortaya çıktığı barizdir. Bu görünür olma durumu internet ve sosyal medyayla farklı bir boyuta doğru evrilmiştir. Dolayısıyla modernitenin o rasyonel, katı, kuralcı dinamiklerinin postmodern dönemde parçalara ayrıldığını söylemek mümkündür. Çoğumuz gördüklerimiz karşısında kafamızda bazen bazı durumları netleştiremeyiz. İşte bu belirsizlik ve akışkanlık bizleri sonu olmayan bir dinamizmin içine sokmaktadır. Bu noktada aile kurumunun devamlılığı açısından heteroseksüel ilişkilerin önemli görülmesi, cinsel yönelim tartışmaları noktasında mühim bir noktaya gelmiştir. Bilhassa muhafazakâr kesimin aile kurumunu dinî, geleneksel ve kültürel sebeplerden dolayı önemsemesi, farklı cinsel yönelimlere sahip olan bireylere karşı mesafeli tavır almalarına neden olabilmektedir. Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi belirsizliğin ve çeşitliliklerin hakim olduğu süreçte elbette farklı fikirlere sahip kişilerce tartışmalar olacaktır. Dolayısıyla bulunduğumuz süreci Donna Haraway “Sayborg Manifestosu” adlı kitabında net bir şekilde dile getirmektedir. Ona göre Sayborg nitelemesi, insanı hayvandan ya da insanı robottan ayıran o temel özelliklerin muğlaklaşması anlamına gelmektedir. Yine düşünüre göre kadınları dişil olarak sınıflandırmak da gereksizdir. Çünkü belirsizliğin ve akışkanlığın olduğu bu dünyada kadın ve erkek şeklindeki sınıflandırmalara ihtiyaç kalmayacaktır. Görüldüğü üzere dünya, çeşitliliklerin ve muğlaklıkların olduğu bir yere doğru gitmektedir. Peki sizler bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz? Aile kurumu iddia edildiği üzere gerçekten tehlike altında mı?
Kaynak: Felsefe.gen.tr
Muhafazakârlık, Aile ve Kadın(Çankırı Örneği) Şahin DOĞAN